RÖPORTAJLAR:
hakaner6060@gmail.com
RÖPORTAJLAR
Kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda kitap kaleme alan, ceza infaz kurumları başta olmak üzere farklı yerlerde seminerler veren gazeteci-yazar Hakan Erdem, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde Hürriyet Ankara’nın Kent Sohbetleri’ne konuk oldu. Erdem, “25 Kasım benim için hepimize aynayı tuttuğumuz bir yüzleşme günü. Eğer 26 Kasım sabahı her şey kaldığı yerden devam ediyorsa 25 Kasım sadece sloganların ve kampanyaların günü olarak kalıyor demektir” diye konuştu.
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü; 1999’da kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık oluşturmak amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu kararı ile ilan edildi. Bugün kapsamında her yıl kadına yönelik şiddetin son bulduğu ve hak ve özgürlüklerden yararlanma noktasında cinsiyet eşitliğinin sağlandığı bir dünya temenni ediliyor. Farkındalık etkinlikleri düzenlenerek, kadına yönelik şiddetin kabul edilemez olduğu vurgulanıyor ve “sıfır tolerans” çağrısı yapılıyor. Biz de 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü için gazeteci–yazar Hakan Erdem ile bir araya geldik. Erdem’in ikinci baskıya ulaşan Kadına Yönelik Şiddet ve Medya isimli kitabı, üniversite kürsülerinden ceza infaz kurumlarına uzanan bir farkındalık hattı çiziyor. Erdem, alanının saygın isimlerinden aldığı referanslarla kitabında kadına yönelik şiddete karşı toplumu ortak bir vicdan çağrısına davet ediyor. Bu konu üzerine bakanlıklar, ceza infaz kurumları ve üniversitelerde konferanslar da veren Hakan Erdem ile kadına yönelik şiddete karşı mücadeleyi ve kitabını konuştuk...
* Şiddete toplumsal açıdan baktığımızda sıradan bir yurttaş olarak hepimizin nasıl bir sorumluluğu var?
Şiddetin beslendiği yer çoğu zaman evin içi, sokak, mahalle, iş yeri... Yani hepimizin nefes aldığı alanlar. Bu yüzden “Ben yapmam, bana ne?” diyemeyeceğimiz bir mesele. Topluma düşen ilk görev sessiz kalmamaktır. Komşudan gelen çığlığa “aile içi meseledir” diyerek kulak tıkadığımız her an aslında failin yanında pozisyon almış oluyoruz. İkinci görev dili değiştirmektir. Gündelik sohbetlerde, esprilerde, sosyal medyada kadını küçümseyen, aşağılayan, şiddeti hafife alan söylemlerle mücadele etmemiz gerekiyor. Bazen bir cümle bir bakış bir ima bile şiddetin zeminini hazırlayabiliyor. Üçüncüsü dayanışma kültürü. Şiddete maruz kalan bir kadın çoğu zaman ilk olarak en yakınındaki kişiye açılır; bir arkadaşına, akrabasına, komşusuna... Orada duyduğu ilk cümle çok kritik. “Boşver, idare et” diyen bir toplumdan “Yalnız değilsin, yanındayım, birlikte hukuki ve psikolojik destek bulabiliriz” diyen bir topluma geçmemiz gerekiyor.
ÇÖZÜMÜN MERKEZİNDE EĞİTİM VE FARKINDALIK VAR
* Şiddetin kökenine indiğimizde karşımıza çoğu zaman cinsiyet eşitsizliği çıkıyor. Eğitim ve farkındalık çalışmaları bu tabloyu değiştirmede nasıl bir rol oynayabilir?
Kadına yönelik şiddetin temelinde “erkek üstün, kadın ikinci planda” diyen yüzyıllık kalıplar yatıyor. Yani biz aslında sadece şiddetle değil eşitsizlik üreten bir zihinle mücadele ediyoruz. Bu yüzden çözümün merkezinde eğitim ve farkındalık var. Okul öncesinden başlayarak çocuklara; kız–erkek ayrımı yapmadan eşitlik, saygı, empati ve sınır kavramlarını öğretmeliyiz. Müfredatta sadece akademik başarıyı değil “şiddetsiz iletişim, duygusal okuryazarlık ve toplumsal cinsiyet eşitliği” gibi başlıkları da görmek zorundayız. Diğer yandan eğitim, sadece okul duvarları içinde kalmamalı. Belediyelerin, kamu kurumlarının, sivil toplumun ve medyanın ortak programlar yürüttüğü, babalara–annelere, öğretmenlere, muhtarlara, işverenlere yönelik sürekli farkındalık eğitimleri yapması şart. Çünkü şunu biliyoruz; eşitsizliği sorgulamayan bir toplumda şiddetle mücadele sadece yangın çıktığında itfaiye çağırmak gibi olur. Oysa bizim hedefimiz yangını hiç çıkmadan önlemektir. Bunun yolu da zihni, dili ve değerler sistemini eğitimle dönüştürmekten geçiyor.
* 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü size göre nasıl bir yerde duruyor? Bugün sizce sadece takvimde bir gün olmanın ötesine nasıl geçebilir?
25 Kasım benim için hepimize aynayı tuttuğumuz bir yüzleşme günü. Her yıl o gün, “Bu ülkede şiddet konusunda bir yıl içinde neleri değiştirebildik neleri değiştiremedik?” sorusunu kendime soruyorum. Çünkü eğer 26 Kasım sabahı her şey kaldığı yerden devam ediyorsa 25 Kasım sadece sloganların ve kampanyaların günü olarak kalıyor demektir. 25 Kasım’da sadece pankartların değil, baroların, belediyelerin, üniversitelerin, sivil toplumun ortak bir irade beyanı ortaya koyması gerekiyor. Erkeklerin de bu fotoğrafın içinde olması “Bu mesele kadınların meselesi” cümlesini kırması şart. Kendi adıma 25 Kasım’da salonlarda konuşurken şunu hep vurguluyorum; eğer yılın geri kalan 364 gününde şiddeti normalleştiren cümlelere ses çıkarmıyorsak bir gün boyunca attığımız hiçbir sloganın gerçek karşılığı yoktur. 25 Kasım’ın ruhu bence şudur; “Bugün yüksek sesle söylediğim itirazı yarın evde, işte, sokakta da sürdüreceğim” diyebilme cesareti.
İNSAN HAKLARI MESELESİ OLARAK ELE ALINMALI
* Ekranlardan sosyal medyaya kadar uzanan geniş alanda kadına şiddet konusunda medya nasıl bir sorumluluk üstlenmeli?
Medyaya düşen en büyük görev şiddeti “haber malzemesi” olmaktan çıkarıp bir “insan hakları meselesi” olarak ele almaktır. Bu ne demek? Öncelikle kullanılan dilin özenle seçilmesi demek. “Cinnet getirdi”, “kıskançlık krizi”, “aşk cinayeti” gibi ifadeler failin sorumluluğunu gölgeleyen, olayı adeta normalleştiren kalıplar. Oysa ortada adı konulması gereken bir gerçek var; kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri. İkinci olarak medya olayı anlatıp geçmemeli; 6284 sayılı kanun, koruyucu–önleyici tedbirler, KADES gibi mekanizmaları da haberin içine yerleştirerek izleyiciye ve okura bir çıkış yolu göstermelidir. “Şiddete maruz kalırsanız şuraya başvurabilirsiniz” cümlesini kurmayan her haber bir yanıyla eksik kalıyor. Üçüncüsü medyanın gündem tercihleri çok önemli. Kadına yönelik şiddet dosyalarını sadece “çok konuşulan davalar” olduğunda değil yılın her gününde, uzman görüşleri, saha röportajları, iyi uygulama örnekleriyle ele almak zorunda.
ŞİDDETİN NORMALLEŞTİRİLDİĞİ HER CÜMLEYLE MÜCADELE EDECEĞİM
* Spesifik olarak neden kadına yönelik şiddet konusunu seçtiniz?
Ben gazeteciliğe başladığım günden beri yazdığımız her haberin bir evin içinde duyguya, davranışa bazen de bir kadının kaderine dokunduğunu gördüm. “Kadına Yönelik Şiddet ve Medya” kitabım yıllardır içimde büyüttüğüm “Bu dili değiştirmeliyiz” cümlesinin ete kemiğe bürünmüş hali. Kariyerim açısından bir dönüm noktası olduğu kadar kendi vicdanım açısından da bir söz verme biçimi; “Şiddetin normalleştirildiği her cümleyle mücadele edeceğim.” Bu nedenle benim için yalnızca mesleki bir çalışma değil kişisel bir vicdan muhasebesi aynı zamanda.
* “Kadına Yönelik Şiddet ve Medya” kitabınız da ikinci baskısına ulaştı. İlk baskıdan bugüne bu süreç size ne gösterdi?
Kitabım yüksek lisans tezimle başlayan ve yıllar süren bir araştırma sürecinin ürünü. İlk baskı yayımlandığında aklımda hep şu soru vardı; “Bu çalışma sahada gerçekten bir karşılık bulacak mı?” Kısa sürede tükenmesi, ardından gelen konferans davetleri, röportajlar ve ödüller aslında toplumun bu konuda konuşmaya ne kadar hazır olduğunu gösterdi. İkinci baskı benim için yeni bir tiraj olmakla birlikte “Bu alanda üretmeye devam etmelisin” diyen güçlü bir toplumsal talebin somut bir yansıması oldu.
* Kitabın ikinci baskısının arka kapağında Psikiyatrist Prof. Dr. Arif Verimli, Prof. Dr. Başak Solmaz ve Dr. Cihangir İşbilir’in değerlendirmeleri yer alıyor. Farklı alanlardan isimlerin referansları neyi ifade ediyor?
Aslında bu üç ismin bir araya geldiği yer, kitabın tam olarak durduğu yeri gösteriyor. Arif Hocam’ın psikiyatri penceresinden yaptığı değerlendirme şiddetin yalnızca fiziksel olmadığını ruhsal, duygusal ve toplumsal bir yara olduğunu hatırlatıyor. Hocam Prof. Dr. Başak Solmaz’ın, kitabı hem akademik hem sektörel anlamda önemli bir toplumsal sorumluluk katkısı olarak görmesi, öğrencisi olduğum fakültede başlayan yolculuğun boşa gitmediğini, akademiyle sahayı doğru bir noktada buluşturabildiğimizi gösteriyor. Azerbaycan Türkiye Büyükelçiliği Basın Müşaviri Dr. Cihangir İşbilir’in kadını korumanın aileyi ve toplumu korumak anlamına geldiğini bu nedenle medyaya ciddi sorumluluk düştüğünü vurgulaması ise konunun uluslararası boyutunu çok güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Bunlar hem gurur verici hem de “daha fazlasını yapmalısın” diyen güçlü bir motivasyon kaynağı.
* Kitabı okuyan okur bu satırları bitirdiğinde ne hissetsin isterdiniz?
Öncelikle şunu hissetsin istiyorum; “Bu mesele sadece mağdur kadınların değil hepimizin meselesi.” Kitabı bitirdiğinde en çok, “Ben ne yapabilirim?” sorusunu sormasını arzu ediyorum. Çünkü değişim bazen bir habere gelen itiraz cümlesiyle bazen bir başlıkta kullanılan kelimeyle, bazen de bir izleyicinin sosyal medyada gösterdiği tepkiyle başlıyor. Eğer bu kitap, okuru pasif bir izleyiciden aktif bir sorumluluk sahibine dönüştürüyorsa ben amacına ulaştığını düşünüyorum.
* Yeni bir çalışma gelecek mi?
Şu anda özellikle sosyal medyanın kadına yönelik şiddetteki rolünü merkeze alan yeni bir kitap üzerinde çalışmaya başlayacağım. Dijital taciz, çevrimiçi nefret söylemi, derin sahte (deepfake) içerikler, “mahkeme yerine sosyal medya linci” kültürü... Tüm bunlar hem hukuki hem psikolojik açıdan yeni tartışma başlıkları. Kitabım benim için bir bitiş değil daha uzun ve kapsamlı bir yolculuğun başlangıcı.
https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/ankara/25-kasim-hepimize-aynayi-tuttugumuz-yuzlesme-gunu-43030917
Röportaj: Murat Yılmaz
Hürriyet Gazetesi Ankara Haber Koordinatörü